31 Eki 2007

Michel Tournier

Foucault’dan Deleuze’e yapısalcılık sonrası düşünce, edebiyatı ve felsefeyi de alabildiğine değiştirmiştir .
Michel Tournier’nin öykü ve romanları herhalde bu nitelendirmeye en uygun ürünler olacaktır.

Yazarın yapıtları Türkçeye Ayrıntı yayınları tarafından kazandırılmıştır :

  • Cuma yada pasifik Arafı
  • Çalı Horozu
  • Altın Damla
  • Kızılağaçlar Kralı
  • Gilles ile Jeanne
  • Anahtarlar ve kilitler
  • Kaynak ve Çalı
  • Meteorlar
  • Kutsal Ruh
  • Veda yemeği


Yazar, masalları, antik ve ‘modern’ mitleri; günümüzün arzu, kimlik ve yersizyurtsuzlaşma gibi sorunlarına değinmek üzere yeniden biçimlendirerek işlemiştir.

Tournier, ilk romanı Cuma ya da Pasifik Arafı ile ün kazandı.

Kitap, Defoe ile başlayan Robinson geleneğinin en parlak örneklerinden biriydi.

Tounier’nin parodik ve zaman zaman rahatsız edici olan yapıtları çağdaş dünya hakkında birer yorum olarak okunabilir; ancak kitapları genellikle mitler ve geleneksel öyküler üzerine kurulmuştur.

Tournier 1924’te Paris’te doğdu. Alman filolojisi okuyan annesi ve babası Sorbonne’da tanışmışlardı. Annesi, her yaz onu kardeşleriyle birlikte Almanya’da çok sevdiği bir pansiyona götürüyordu; böylece o da çok erken yaşlarında Almanca öğrendi.

Birinci Dünya Savaşı’nda yaralanan babası, savaş sonrası öğretmen olmaktan vazgeçti ve telif hakları temsilciliğiyle uğraşmaya başladı. Babanın işi dolayısıyla yazar adları Tounierler’in günlük yaşamında sık sık duyuluyordu; Michel Tournier de küçük yaşlarında Andersen, Selma Lagerlöf, James Oliver Curwood gibi yazarların masallarını okuyarak büyüdü.

İkinci Dünya Savaşı sırasında üniversite lisans eğitimini tamamlayarak felsefe ve hukuk okumak üzere Sorbonne’a girdi. Savaş sonrası Tübinbeg Üniversitesi’ne geçerek orada dört yıl geçirdi; felsefe ve eğitim alanında bir kariyer planlıyordu. Ancak babası gibi o da eğitimciliğin yüksek kademelerine yükselmek için devletin zorunlu kıldığı sınavı geçmeyi başaramadı.

Tournier’in mitsel romanları edebiyat sahnesine mükemmel bir zamanlamayla çıkmıştı. 1960’ların ortalarından itibaren ‘Yeni Roman’ akımı zorlayıcı yazım tarzı, karakter çözümlemelerinden kaçınması, anlatıda açıklık konusundaki yetersizliği, dramatikleştirme yerine betimlemeyi seçmesi nedeniyle okuyucuda bir çeşit bıkkınlık yaratmıştı.

Modern dünyaya sırtını dönen Tournier yeni ve bir bakış açısıyla anlattığı fantezi dünyalarında ve eski hikayelerde yeni bir esin peşine düşmüştü. Yapıtlarında “okunabilir olmanın derinlik yetersizliği” anlamına gelmediğini gösterdi.

“Ölmüş mite alegori denir... Yazarın görevi mitlerin alegoriler haline gelmesini önlemektir.”

Cuma ya da Pasifik Arafı ile Tournier, 1967’de Fransa’da Büyük Roman Ödülü’nü kazandı. Kitapta Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su yeniden anlatılıyor; ancak hikayeye büyük bir felsefi derinlik katılıyordu. (Yaklaşık yirmi yıl sonra J.M. Coetzee Defoe’nun klasik romanıyla bir kez daha oynayacak; bu kez, Robinson ve Cuma adayı bir kadınla birlikte paylaşacaklardı.)

Tournier’in çalışmasında ünlü kahraman ıssız adada bir pipo, bir İncil ve modern kimlik sorunuyla başbaşa kalır. Kültürel geçmişini bir yana bırakan ve animalizme yönelen adam, soylu yazma ediminin taşıdığı bir ruhla dünyaya döner.

“Onun için yeni bir hayat başlıyordu –ya da daha doğrusu, adadaki, şimdi utançla andığı ve unutmaya çalıştığı bir horgörü döneminin ardından gerçek hayatının başlangıcıydı.”

Crusoe ‘Esperanza’ adını verdiği adayla mistik bir ilişki kurar. Onu adadan kurtaracak bir gemi ortaya çıktığında, Crusoe geminin tayfalarında yansıyan uygarlığın acımasızlığını reddeder ve adada kalır. Cuma ise Robinson’un dünyasının sunduklarını kabul etmez ve söz konusu gemiyle adadan ayrılır.

Üç yıl sonra,1970’te, Tournier, Fransa’nın en önemli edebiyat armağanı Goncourt Ödülü’nü kazanan ikinci romanı Kızılağaçlar Kralı’nı yayımladı. Fonuna Üçüncü Reich egemenliğindeki Doğu Prusya’yı yerleştirdiği roman, St. Christopher ve Erl Kralı mitlerini birleştirir. Romanda dev bir adam olan Abel Tiffagues, Naziler’e askeri kampa gönderilecek çocukları yakalamada yardım eden korkunç ve masum bir karakterdir. Tiffagues’ın bir takıntısı vardır: Dünya’da her şeyin bir işaret olduğuna inanmaktadır. Romanın sonunda küçük bir Yahudi çocuğa yardım ederken ölür.

1975’te yazarın bir başka kitabı, Jules Verne’in 80 Günde Devrialem’inin modern bir versiyonu olarak okunabilecek, Castor ve Pollux mitinin barok bir tarzda ele alınmasıyla yazılan Meteorlar çıkar.

Yayımlanan dördüncü romanı, Gaspard, Melchior ve Balthazar olur ve bu yapıtında yaygın bir Hristiyan efsanesini, Mesih’in doğumu onuruna Betlehem’de toplanan üç kahin-kralı işler.

Dördüncü kahin Taor bir Rus mitine göre bu efsanevi buluşmaya katılmak için Hindistan’dan yola çıkar; ancak yetişemez; ancak bir grup çocuğu ‘Masumlar Katliamı’ndan kurtarmayı başarır. Hikaye gerçekçi öğeleri fantastik olanlarla birlikte örer ve Fransız Yeni Roman akımının biçimciliğinden ötelere yepyeni bir çığır açar.

Bu romanla birlikte Tournier, edebiyat hayatının doruğuna erişmiştir; birçok değerlendirmede Fransa’nın yaşayan en büyük romancısı olarak anılmaya başlar. 1983’te yayımlanan Gilles ve Jean, Jean d’Arc ve Gilles de Rais’in hikayesine bir geri dönüştür.

Altın Damla’da Tournier, Fransa’nın Kuzey Afrikalı göçmen işçilere karşı takındığı faşizan tutumu karşısına alır.

1985’te çıkan ve Kuzey Afrikalı insanların düştükleri içler acısı duruma eğilen şiirsel romanda olaylar genç bir Berberi olan İdris’in ağzından anlatılır.

Hikaye çölün ortasında, güzel, beyaz bir kadının İdris’in bir fotoğrafını çekmesi ve ona bir kopya göndermeye söz vermesiyle başlar. Çocuk boşu boşuna fotoğrafın kendisine gelmesini bekler ve kadını bulmak üzere Fransa’ya gitmeye karar verir. Paris’te bir yabancının karşılaşabileceği bütün aşağılanmaları tecrübe eder ve resimlerin yüzeysel dünyasıyla yüzleşir. Kendisini serapların labirentinden kurtarabilmek için hat sanatını öğrenmeye başlar.

Harf ruhtur, görüntü maddedir.”

1989 tarihli Medianoche Amoureux adlı kitabı biri uzun olmak üzere birçok öyküden ve kısa fabllardan oluşur. Sessiz Aşıklar adını taşıyan uzun öykü, kadınlar ve erkekler arasındaki psikolojik mücadeleyi inceler:

“Bir ev dalaşı nedir? Kadının zaferidir. Kadının dırdırıyla adamı sessizliğinin dışına taşırmasıdır. Sonra adam bağırır, kudurur, küfürbazdır ve kadın bu sözlü yağmurda şehvetli bir biçimde ıslanmaya teslim olur.”

Kaynak ve Çalı, yeni bir yurt edinmek üzere Kaliforniya’ya gelen 19. yüzyılın İrlandalı yerleşimcilerini anlatır ve Tanrı’nın Musa’yı “vaat edilen topraklar”a sokmayı neden reddettiği sorunu üzerinde yoğunlaşır. Tournier’nin hevesle beklenen bir sonraki romanı San Sebastian hakkındadır.

Tournier, tüm bu yapıtlarından başka, denemeler, kısa hikayeler, düzyazı-şiirler, bir gezi kitabı ve çocuk romanları yazmıştır. 1977’de Le Vent Paraclet başlığını taşıyan bir otobiyografi yayımlamıştır.

“Tournier için yazmak ancak yeniden-yazmak olabilir; yalnızca temel mitleri değil, aynı zamanda bilinçli ve bilinçdışı metinlerarasılığı yeniden yazmak. Cuma’nın çocuklar için yeniden yazılması, yalnızca kendi kurgusal anlatılarını yeniden çalışma arzusunun en açık örneğidir.”

Alıntılar : (Michel Tilby, Contemprary World Writers [Çağdaş Dünya Yazarları], editör: Tracy Chevalier, 1993)
Bu yazının büyük bir bölümü : Kitap Gazetesinde yayınlanmıştır .

Bir Kitap : Osmanlı Mirası yorumu ...

`Türklere Osmanlı'dan kalan en büyük miras cehalettir.`O.Y


Türklere Osmanlı'dan kalan en büyük miras cehalettir.

Bu, iktisatçı Oktay Yenal'ın Ulusların Zenginliği ve Uygarlığı-Eğitim Boyutu adlı önemli kitabın içerdiği en önemli mesajlardan biridir.

Yenal, "Osmanlı Devleti'ndeki cehalet karanlığının, Cumhuriyet kuşaklarına öğretilenden çok daha derin" olduğunu yazıyor.

Avrupa'da kökleri Roma İmparatorluğu'na dayanan bir kilise/okul geleneği vardı.

Sonradan ortaya çıkan prenslik ve dükalıkların birçoğunda temel eğitim bizzat hükümdarlar tarafından teşvik edildi.

Almanya'da Büyük Frederik'in (1712-1786) 5-14 yaşındaki bütün çocuklara başlattığı zorunlu eğitim, kısa sürede diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. On yedinci yüzyıla gelindiğinde Avrupa'nın büyük bir kısmı yaygın eğitim kurumlarına sahipti.

Osmanlı bu akımın tümüyle dışında kaldı.

Cumhuriyet kurulana kadar "okul çağındaki çocukların çoğu Kuran kursu niteliğinde, sayıları, binaları, hocaları fevkalade yetersiz sübyan okullarına gidiyordu" diye yazıyor Yenal.

"Temel eğitim düzeyi sağlamak bir yana, Osmanlı'da basit okuryazarlık bile çok düşük düzeyde idi.

Birçok alanda reformlar getiren Tanzimat hareketi ilköğretimi tümüyle program dışında bıraktı.

1870'ten sonra 'iptidai' adı verilen yeni bir tip okul açılmaya başlandı ve 1876 Anayasası ile çocukların ilkokula devam zorunluluğu getirildi. Fakat bu lafta kaldı, çünkü güya zorunlu yapılan ilköğrenime devlet parası olarak bir kuruş para bile harcanmadı.

Eğitim olduğu kadar ile ulema yönetiminde olmaya davam etti.

Tanzimat döneminde Ahmet Mithat Efendi, nüfusun %90-95'inin "kalemsiz ve dilsiz" olduğunu yazıyordu.

On dokuzuncu yüzyılın sonunda imparatorlukta lise düzeyindeki okulların yüzde 70'i gayrimüslimlere aitti.

Liselerdeki öğrencilerin yüzde 78'i gayrimüslimdi.

Temel okuma yazma cehaletinin "korkunç karanlığı" cumhuriyete kadar sürdü.

1927'de bile Türkiye'de altı yaşından yukarı nüfusun ancak % 11'i okuryazardı. Kadınlarda bu oran % 4'e düşüyordu."Osmanlı'da temel eğitimin bu derecede ihmali, tek başına, Türkiye'nin geri kalmışlığını açıklamaya yeter" diye yazıyor Yenal.

Laik eğitim düzeyine geçiş ve eğitim sağlamanın devletin temel görevlerinden biri haline getirilmesi "Atatürk devriminin en büyük zaferi(dir).

"Avrupa'nın on dokuzuncu yüzyıl ortasında eriştiği okuma yazma düzenine Türkiye 120 yıllık gecikmeyle 1970'li yıllarda erişebildi.

"Üstelik, Türkiye'nin temel eğitim düzeyi hâlâ Batı'nın değil, birçok Asya ülkesinin gerisindedir.

" Ülkelerin büyüme hızları arasındaki farkı en iyi açıklayan şey temel eğitimdir.

Eğitim, Osmanlı'da olduğu gibi Türkiye'de de kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak duruyor.

Bazı petrol şeyhliklerini saymazsanız, nüfusunun yarısından fazlası okuryazar olmadığı halde zengin olan ulus yoktur.

Okuryazar oranı yüksek olan ülkelerde ise (Vietnam gibi) ülke dış etkenlerle yoksulluğa düşmüş olsa bile, nefes alır almaz ekonomi büyük bir kalkınma atılımı göstermektedir.

Japon mucizesi her şeyden önce bir eğitim mucizesidir.Başka ülkeler hızla ilerlerken biz geri kalıyorsak bunu insan kalitesinde aramak lazım, diyor Yenal.

Önerdiği çare "bilimsel, yaratıcı ve hür düşünce gücü ile donatılmış aydın kadrolarının yaratılması"dır.

Bunun ilacı ise kitap ve "derin" üniversitelerdir.

Halit Yıldırım

Oktay Yenal, Ulusların Zenginliği ve Uygarlığı-Eğitim Boyutu, Türkiye Bankası Kültür Yayınları

28 Eki 2007

Sırlar Dünyasına açılan kapılar :Ege mağaraları

1970 yılında keşfedilen Kuşini Mağarası, Selçuk’tan İzmir’e giden asfalt yolun 7. kilometresinden sağ tarafta çok uzaklardan görülebilmektedir.

Ephesoslular tarafından Romalılar zamanında mermer ocağı olarak kullanılmış Kuşini Mağarası’nın önünde, mermer artıkları üç ayrı yığın oluşturmaktadır.

Mağara, içerisinden tonlarca mermerin alınması sonucunda insan emeği ile meydana getirilmiştir. Girişte bulunan görkemli bloklar, mağara önünü kısmen kapatmaktadır. Mağaranın içinin genişliği 100 m., derinliği 40 m., yüksekliği girişte 40 m. kadardır.

Tavanın çökmemesi için, mağara girişinde sütun görevi yapan çok büyük bloklar oluşturulmuştur.

Kuşini Mağarası’nın tarihlemesi, yarı kesilmiş bloklara, tahta çivilerin çakılması için açılan yarıklara, duvarlardaki çalışma izlerine dayanılarak yapılmaktadır. Büyük bir olasılıkla Romalılar zamanında, Ephesos kentinin en yüksek düzeye eriştiği M.S. 2. yüzyılda buradan mermer alındığı anlaşılmaktadır.

Kuşini Mağarası ile Selçuk Kenti arasındaki bölgede yer alan Kurudağ’ın güney yamacında doğal bir oluşum gösteren Damlataş Mağarası bulunmaktadır.

Mağaranın girişi oldukça küçük olduğu için içerisi karanlıktır. Uzun yıllardan beri damlayan su taneciklerinin oluşturduğu sarkıt ve dikitler çoktur. Mağaranın genişliği 60 m., derinliği 40 m., kadardır. Tabanda yapılan yüzey araştırmasında bol sayıda keramik ile Hellenistik ve Roma yağ kandilleri ele geçmiştir.

Kurudağ Damlataş Mağarası, elde edilen buluntulardan anlaşıldığına göre Grek ve Romalılar zamanında M.Ö. 400 yıllarından M.S. 400 yıllarına kadar kült yeri olarak kullanılmıştır.
1977 yılında yapılan bir yüzey araştırmasında ise, Selçuk- Şirince Köy yolu kenarında bir mağaranın varlığı anlaşılmıştır.


Sütini veya Sütkaya adıyla tanınan bu mağara Selçuk merkezinden itibaren Şirince Köyü yolunda 2 km. kadar ilerleyince yolun sol tarafındaki Ahmet Ak’a ait bağ evinin arkasındaki tepenin üzerinde yer almaktadır. Evden mağara ağzına kadar olan uzaklık yaklaşık olarak 700 m. kadar olup, kayalık olan bu bölge uzaklardan görülebilmektedir.

Sütini’nin girişi yanyana iki delikten meydana gelmektedir. Mağaranın içine bilimsel anlamda araştırma yapabilmek için 1982 yılında girilmiştir. Mağara girişinin hemen 5 m. üzerinde bir kaya mezarlığının olduğu tespit edilmiştir. Mezar daha önceden soyulmuş olup, 2 m. yüksekliğinde 1,9 m. genişliğinde ve 3,3 m. uzunluğundadır.

Sütini Mağarası’na girebilmek için girişte gittikçe daralan bir deliğe doğru 2 - 3 m. ilerledikten sonra birkaç metre sürünmek, daha sonrada büyük taş bloklara tırmanmak gerekmektedir. Bu engeller aşıldıktan sonra birden genişleyen bir bölme ile karşılaşılmaktadır. Bu holün duvarlarında kayalar üzerine yazılmış yazıtlar bulunmaktadır.

Arkaya doğru bir set şeklinde yükselen bu holün sonunda bulunan dar bir delikten 15 - 20 m. aşağıya doğru inildiğinde küçük bir bölmeye ve buradan daha aşağıya doğru inildiğinde de tekrar yine genişleyen bir hol ile karşılaşılmaktadır. Burada da yine yazıtlar bulunmaktadır. Bu holün devamında yine kısmen genişleyen yazıtları bulunan diğer bir bölme daha bulunmaktadır. Bu bölmeden itibaren mağara derinlere doğru devam etmektedir.

Mağaranın girişinde renkli fresk kalıntıları bulunmaktadır. Tahrip olmuş figürlerin başlarına ait kalıntılardan anlaşıldığına göre, bunlar Hıristiyanlık Dini ile ilgili olup azizleri temsil ettikleri düşünülmektedir.

İlk belirlemelere göre Bizans yazıtlarının çoğu graffiti biçimindedir. Ayrıca, haç işaretleri ve monogramlar görülmektedir. Yazıtlar, alt alta yazılmış adlar (Sotirikhos, Nikolaos, Mikhael Sergios, Theodosios gibi) ve tanrıya yakarış olarak belirlenmiştir. Bir yazıtta “Tanrının kölesi Sotirikhos” okunmaktadır. Bir başka yazıtta ise, “Ey İsa! yardım et” ifadesi kullanılmıştır. Bir yerde de “amen” kelimesi yazılmıştır.

26 Eki 2007

What If life is a game

Insan Olmanın Kuralları

Doğarken dünyaya bir kullanma kılavuzu ile gelmediniz; aşağıdaki kurallar yaşamınızı daha iyi kılmak içindir.

1. Size bir vücut verilecektir. Onu beğenebilir ya da ondan nefret edebilirsiniz, ancak kesin olan bir şey varsa o da ömrünüzün geri kalanı boyunca ona sahip olacağınızdır.

2. Dersler öğreneceksiniz. "Yeryüzünde Yaşam" isimli tam zamanlı gayrı resmi bir okula kaydoluyorsunuz. Her kişi veya her olay birer Evrensel Öğretmen'dir..

3. Hatalar yoktur, yalnızca dersler vardır. Büyümek bir deneyim sürecidir. "Başarı" kadar "yenilgiler" de bu sürecin bir parçasıdır.

4. Bir ders öğrenilene kadar tekrar edilir. Bu ders, ta ki siz öğrenene kadar size çeşitli biçimlerde anlatılır -- ancak ondan sonra bir sonraki derse geçebilirsiniz..

5. Eğer kolay dersleri öğrenemezseniz bu dersler giderek zorlaşırlar. Dışsal sorunlar içsel durumunuzun kesin bir yansımasıdır. Içsel engelleri ortadan kaldırdığınız zaman dış dünyanız değişir. Acı, evrenin sizin dikkatinizi çekme şeklidir.

6. Davranışlarınız değiştiği zaman bir dersi öğrenmiş olduğunuzu anlarsınız.. Bilgelik egzersizdir. Bir şeyin bir parçası, hiç bir şeyin birçoğundan daha iyidir.

7. "Bura"dan daha iyi bir "orası" yoktur. "Orası" dediğiniz yer "burası" olduğu zaman gene "bura"ya kıyasla daha iyiymiş gibi görünen bir "orası" olacaktır."

8. Diğer insanlar yalnızca sizin aynanızdırlar. Diğer bir kişinin bir yönü sizin kendinizde sevdiğiniz ya da nefret ettiğiniz bir yönünüzü yansıtmadıkça onu sevmeniz ya da ondan nefret etmeniz mümkün değildir.

9. Yaşamınız size bağlıdır. Yaşam size tuvali sunar, resmi siz yaparsınız. Yaşamınıza sahip çıkın -- yoksa başkası sahip çıkacaktır.

10. Daima ne isterseniz onu alırsınız. Bilinçaltınız kendinize çektiğiniz enerjileri, deneyimleri ve insanları doğrulukla belirler, dolayısıyla ne istediğinizi bilmenin en güvenilir yolu neye sahip olduğunuzu görebilmektir. Kurbanlar yoktur, yalnızca öğrenciler vardır.

11. Doğru ya da yanlış yoktur, ama sonuçlar vardır. Ahlaki yaklaşımların faydası olmaz. Yargılamalar ise yalnızca davranış kalıplarını korumak içindir. Yalnızca yapabildiğinizin en iyisini yapın.

12. Cevaplar kendi içinizdedir. Çocukların başkalarının rehberliğine ihtiyacı vardır; bizler ise olgunlaştıkça "Ruhun Yasaları"nın yazılı olduğu kalbimize güveniriz. Bildikleriniz duyduklarınızdan, okuduklarınızdan ya da size söylenenlerden çok daha fazladır. Yapmanız gereken yegâne şey bakmak, dinlemek ve güvenmektir.

13. Tüm bunları unutacaksınız.

14. Ne zaman arzu ederseniz hatırlayabilirsiniz.

Yazar: Cherie Carter-Scott
"If Life is a Game, These are the Rules" adlı kitabından...

21 Eki 2007

Halil Cibran

Yaşam kalbini okuyacak bir şarkıcı bulamazsa, aklını konuşacak bir filozof yaratır.
Zihnimiz bir süngerdir, yüreğimizse bir nehir.
Çoğumuzun akmak yerine, sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!

Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim, durup yürüyenlerin geçişini seyretmeyi değil.

Eşin daima şarkı söyler; asla açıklamaya çalışmaz.

Eğer ağzın yemekle doluysa nasıl şarkı söyleyebilirsin?

Ve eğer elin altınla yüklüyse, şükretmek için nasıl kaldırabilirsin?

Güneşe arkanı dönersen, ancak kendi gölgeni görürsün.

Ben onlara güneşi gösterdim,Aptallar parmağıma baktılar.

Yüreğin bir volkansa eğer, avuçlarında çiçekler açmasını nasıl umabilirsin?Bana "seni anlamıyorum" demen, hak etmediğim bir övgü,hak etmediğin bir yergidir.

Yanlışlarımızı doğrularımızdan daha büyük bir coşkuyla savunmamız ne gariptir!Suskunluğu gevezeden, hoşgörüyü hoşgörüsüzden ve kibarlığı kaba olandan öğrendim.

Ne garip ki, tüm bu öğretmenlerime karşı oldukça nankörüm.Her insan iki insandır;biri karanlıkta uyanık,diğeri ise aydınlıkta uykudadır.

Düzenbazlık bazen başarılı olur,ama her zaman kendini öldürür.
Diğer yanımla hiç bir zaman tam bir uyum içinde olamadım.

Görünen o ki maddenin özü aramızda uzanmakta.
Bir gerçek her zaman bilinmek,ama ara sıra söylenmek içindir.

Eğer sırrını rüzgara açarsan,sırrını ağaçlara söyledi diye rüzgarı suçlayamazsın.

En acınacak kişi, düşlerini altın ve gümüşe dönüştürmüş olandır.

Eğer insanlara boş elimi uzatır ve bir şey alamazsam çok üzücü;ama asıl ümitsiz durum, dolu elimi uzatıp kabul edecek kimseyi bulamamamdır.

(buradaki "el" = "sahip olunan" olsa gerek, tarafsız aklın verilerini sunup da geri çevrilen de aynı duyguyu yaşar ki bunu kabul etmeyenler daha da vahim vaka olmalılar... ME notu nacizane)

10 Eki 2007

Din ve Psikiyatri




Irvin D. Yalom
Derleyen: Halit YILDIRIM




ÖNSÖZ



Irvin Yalom'u yıllar önce Varoluşçu Psikoterapi (Existential Psychotherapy) kitabı ile tanımıştım. Psikanalitik eğitiminin bir döneminde Yalom'un ustası konumunda olan Rollo May'in bu yapıtı dinsel bir kitap olarak nitelemiş olduğunu, Yalom'un Oscar Pfister ödülünü alırken yaptığı ve birazdan okuyacağınız metinle karşılaştığımda öğrendim.



May'in bu değerlendirmesi, bir dizi düşünsel çağrışımlar yaşamama neden oldu. Dinlerin ortaya çıkışını, insanlığın, tarihi boyunca evrene giderek yabancılaşmış olmasıyla ilintilendirme eğilimindeyim.



İnsanın doğayla, dolayısıyla evrenle mesafesi arttıkça, inanç sistemlerinin de daha keskin çizgilerle belirlenmiş hale geldiğini ve sonunda tek tanrılı dinlerin yaratıldığını düşünüyorum. Çevresindeki ağaçları kız kardeşleri gibi gören Amerika yerlilerinin günlerinden bugüne çok zaman geçti ve bu sürede insan, doğadan uzaklaşmakla kalmayıp, onu karşısına alarak kendisine dönüşü olmayan bir çıkmaz sokak yaratmış oldu.



Bizler Amerika yerlilerinin ve Avustralya Aborijinlerinin vaktiyle sahip oldukları bilgelikten yoksunuz. Doğa insanı, evrenin kavrayamadığı gizemlerine karşı duyduğu korkunun üstesinden gelebilmek için Şaman olgusunu geliştirmişti ki bu aynı zamanda, bazı psikolojik tedavi yöntemlerini de içeriyordu.



Adı ister inanç sistemi ister psikolojik tedavi yaklaşımı olsun, hepimiz insanın evrenden koparılmış olma trajedisine çareler arama çabasındayız. Seçkin bir bilgenin birikimini yansıtan bu konuşmaya birkaç satırla katılma fırsatının verilmiş olmasından ötürü onur duyuyorum.



Engin Geçtan-Şubat 2006



DİN VE PSİKİYATRİ



Amerikan Psikiyatri Derneği, 2000 yılı Oscar Pfister Ödülü'ne din ve psikiyatri alanlarındaki önemli katkılarından ötürü Irvin Yalom'u layık gördü. Okuyacağınız metin, Yalom'un, 2000 Mayıs'ında New Orleans'taki Amerikan Psikiyatri Derneği yıllık toplantısında yaptığı ödül töreni konuşmasıdır. Konuşma metni American Journal of Psychotherapy'de yayımlanmıştır.
(sayı 3, 2002)



“Din mi? Ben mi? Bir yanlışlık olmalı”. Nitekim Dr. Harding'e ilk şu sözlerle karşılık vermiştim: “Emin misiniz? Ne de olsa ben, namazında niyazında bir ateistim”. Oysa yanıt gecikmeden geldi: “Sizin kendinizi dini meselelere adadığınıza inanıyoruz biz”. İşte bu yanıttaki yüce gönüllülük elimi kolumu bağlayıverdi ve önce terapistim, sonra can dostum olan Rollo May'i getirdi aklıma. May, akademik bir metin olarak kaleme aldığım Varoluşçu Psikoterapi'nin dini bir kitap olduğu konusunda ısrarlıydı.



Aslına bakarsınız, yaşım ilerledikçe psikoterapiyi de meslekten ziyade bir misyon olarak görmeye başladım.



Tarih boyunca, yahut en azından birinci yüzyıldan 17. yüzyıl ortalarına kadar, varoluş meselelerine en çok ilgi gösteren düşünürlerin köklerinin dinsel bilgelik geleneklerine dayandığı da doğrudur.



Schopenhauer, dini inancın gelişip serpilebilmesi için çocuklukta kök salması gerektiğini hatırlatır bize.



Onun deyişiyle, “İnanç kapasitesinin en güçlü olduğu dönem çocukluktur; bu nedenle dinler, her şeyden önce ağacın henüz yaş olduğu bu yıllarda etkilerini kalıcılaştırmaya uğraşırlar”. Dolayısıyla ben, erken yaşta kök salmış imanın yükünü taşımadım hiç ve imanın da tıpkı hayatın ilk dönemlerinde gelişen bütün akıldışı inanışlar ve korkular gibi bir yük olduğu yolundaki tutumu benimsedim.



Yine Schopenhauer'in sözleriyle, “Din, alegori ve mitoslar yoluyla ifade bulmuş hakikattir, bu sayede hakikat de, insanlığın geniş kesimlerinin erişebileceği, sindirebileceği bir şey haline gelir”. Ama işte dar kafalı din eğitmenlerinin ya kişisel düzeyde alegori ile metaforu tarihsel hakikat zannetmeleri ya da bu doğrultuda bir eğitim vermeyi kasten seçerek kutsal kitapların buyurduğunu aklın yerine koymaları, bazı öğrencileri dinden tamamen soğutma riskini getirmektedir. Nitekim ben de küçük yaşta bu işten soğuyanlardan biriydim.



Schopenhauer, Voltaire, Nietzsche ve Freud'un görüşlerini büyük ölçüde benimserim. Zaten bu konuşmayı hazırlarken, Freud'un din üzerine yazdıklarını yeniden okudum. Dinsel ve bilimsel dünyaların birbiriyle bağdaşmaz olduğuna inanarak yetişmiş biriyim.



Schopenhauer'in metaforunu, yani “dinin, ateşböceği gibi ancak karanlıkta görülebileceği” sözünü hep çok beğenmişimdir. Bu metaforun kaçınılmaz sonucu olarak Schopenhauer, bilimsel bakışın ışığı, cehaletin karanlığını bir kez dağıttı mı, dinlerin ışığının da sönüvereceğini öngörmekteydi.



İçimde bir ilahi kıvılcım olmasını nasıl isterdim, bilemezsiniz, kutsallığın bir parçası olmayı, sonsuza dek varlığımı sürdürebilmeyi, kaybetmiş olduğum kimselere kavuşmayı ben de çok istiyorum – ölesiye istiyorum bunların hepsini, ama biliyorum ki istemekle gerçeklik değiştirilemez ve yoktan var edilemez. İnanıyorum ki olağanüstü iddialara olağanüstü dayanaklar gerekir – dayanak ile kastettiğim de saf deneyimin ötesi'dir, ki biz terapistler bunun ne kadar kırılgan ve yanılgıya açık olabileceğini, büyük bir hızla değişip büyük ölçüde etki altına alınabilir olduğunu iyi biliriz.



Bu ülkede insanın inançsız olduğunu açıkça söylemesi kolay değil artık – Gallup kamuoyu yoklamalarına göre Amerikalıların yüzde 80'den fazlası ölümden sonra hayata inanıyormuş. Amerikalıların ancak yüzde 3'ü Tanrı'ya inanmadığını söylerken, Avrupa ülkelerinde bu oran 6-7 kat fazla çıkar.



Psikiyatri öğrenimim sırasında da, John Whitehorn ve Jerome Frank gibi hocaları tanıdığım Johns Hopkins Üniversitesi'nin eklektik psikiyatri ihtisas programı tam bana göreydi. Eğitimimin ikinci yılında Rollo May'in kitabı Existence (Varoluş) yayımlandı ve üzerimde olağanüstü bir etkisi oldu; ümitsizliğin nasıl ele alınıp nasıl iyileştirileceği konusunda yepyeni bir perspektif sundu bana.



En önemli öğretmenlerim hastalarımda hep ve onca yıl klinik çalışmalarımı, terapist olarak beni ilgilendiren felsefi meseleleri keşfetmeme yardımcı olacak şekilde düzenledim. Stanford Üniversitesi'nin akademik kadrosunda bulunmanın en büyük avantajlarından biri, hastalarımı dikkatle ve ekonomik koşullardan bağımsız biçimde seçmemi sağlayacak kaynaklara ve özgürlüğe sahip olmamdı. Tabii bu anlattığım, sağlık sigortası düzenlemelerinden önceye rastlayan o mesut günlerdeydi; üniversite hastaneleri birbiri ardından iflas bayrağını çekmeye başlamamıştı daha.



Gün be gün ölümlülük denen durumla yüzleşmek zorunda kalarak yaşayan hastalara terapi sunmayı seçtim birkaç yıl. Metastazlı kanser hastalarıydı bunlar. Önceleri bireysel terapi uygulayarak çalıştım, sonra yavaş yavaş cesaret buldukça grup terapisine yöneldim. Sonraki yıllarda da, hem eşini hem ebeveynini kaybetmenin acısını yaşamakta olan hastalar üzerinde yoğunlaştım.



Sonunda, artık varoluşçu terapi konusunda söyleyecek sözüm olduğuna inanır bir noktaya geldim ve yıllarımı vererek bir metin hazırladım bu konuda: Varoluşçu psikoterapi gibi etkileyici, dramatik bir başlığı vardı bu metnin.



Varoluşçu psikoterapi, odağı varoluşa ilişkin kaygılar olan bir dinamik terapi yaklaşımıdır.
“Dinamik yaklaşım” sözünün ne demek olduğunu anlatarak biraz açayım şunu.
Dinamik kelimesinin hem uzman olmayanlarca kullanılan hem teknik tanımları vardır.



Uzman olmayanlar için dinamik, aktif ve etkili veya hayatiyet dolu olmayı belirtir. Oysa bu anlamın bizim konumuzla ilgisi olmadığı ortada. Hem dinamiği bu anlamda kullanmış olsaydık, dinamik terapistlerden ayrı olduğunu söyleyen terapistlere de uyuşuk veya atıl terapist mi diyecektik yani?



Hayır, “dinamik” terimini teknik anlamında kullanıyorum ben, nitekim bu anlam da kuvvet ve etki kavramlarını içinde barındırır, ama kökeni Freud'un zihinsel işlevsellik modeline dayanmaktadır. Bu modele göre bireyin içinde birbiriyle çatışma halinde olan kuvvetler, onun düşüncesini, duygularını ve davranışını meydana getirirler.



Kendimize hayatın gündelik kaygılarını bir kenara bırakma ya da bir “parantez” içine alma iznini verip de bu dünyadaki durumumuz üzerine derinlemesine düşünürsek, eninde sonunda varoluşun derinindeki yapılara erişiriz (ilahiyatçı Paul Tillich'in yerli yerinde ifadesiyle “nihai kaygılar”dır bunlar). Bana göre psikoterapiyle çok yakından ilişkili olan dört nihai kaygı vardır:



1. Ölüm
2. Yalnızlık veya kopuş
3. Hayatın anlamı
4. Özgürlük.



İşte kitabımın belkemiğini bu dört tema oluşturmaktadır ve bugün de konuşmam ilerledikçe bunları daha etraflı biçimde ele alacağım.



“Gençliğin baharında” der Schopenhauer, “önümüzde uzanan hayatı düşünürken, daha perde açılmadan bir tiyatro salonunda bekleşen çocuklara benzeriz, keyfimiz yerinde oturmaktayızdır koltuklarımızda, oyunun başlamasını büyük bir hevesle beklemekteyizdir. Neler olup biteceğini henüz bilmiyor oluşumuz büyük bir şanstır. Önceden görebilseydik, öyle zamanlar olacaktı ki birer mahkumu andıracaktı o çocuklar, ölüme değil hayata mahkum olmuş, ama giydikleri hükmün ne anlama geldiğinden bihaber kimseleri”.



Gerçi Schopenhauer'ın bakışına kendi kişisel mutsuzluğu o koyu damgasını vurmuştur ama, yine de kendini bilen, özgür düşünceli bütün bireylerin hayatında ister istemez görülen ümitsizliği yadsımak güçtür.



Hepimiz aynı gemideyiz ve varoluşun beraberinde getirdiği trajedilerden muaf hiçbir terapist, hiçbir insan yok.



Ölüm, anlam, özgürlük, yalnızlık şeklinde sıraladığım nihai kaygılardan söz ederken, her dini geleneğin konusunu oluşturan bir alana çok yaklaşmış oluyorum kuşkusuz. Dini inanç ve ibadetin her çağda, her yerde görüldüğü tartışılmaz bir gerçektir – hiçbir dini geleneği bulunmayan bir kültür keşfedilmiş midir ki bugüne dek? Zaten dini inancın her zaman her yerde var olması, her zaman her yerde var olan bir ilahi güce kanıt olarak ileri sürülmüştür.
Oysa ben de başka pek çokları gibi bunun tam tersini düşünüyorum: Yani, tarih boyunca her kültürde her insan, nihai kaygılarla boğuşmak zorunda kalmış ve insanlık durumunun kaçınılmaz bir öğesi olan endişeden kurtulmanın yollarını aramıştır.



Neticede dini inancın her zaman her yerde görülür oluşu, varoluş endişesinin her zaman her yerde görülür olmasındandır. Bu nedenle, Tanrılar tarafından yaratılmış olmadığımız, biraz huzur bulabilmek uğruna bizim Tanrıları yaratmış olduğumuz çok açıktır; üstelik de yazılı sözün ilk ortaya çıktığı andan beri filozofların sürekli tekrarladığı gibi, kendi suretimizde yaratmışızdır Tanrıları.



2500 yıl öncesinin Sokrates öncesi düşünürlerinden Ksenophanes demişti ki, “Aslan düşünebilseydi, Tanrıların da yelesi olur, Tanrılar da kükrerdi”
Hayattaki en önemli ödevlerimizden biri, bize bir hayatı sürdürme gücü verecek kadar sağlam bir hayat gayesi icat etmektir.



Hayat düzenleri içinde dişe dokunur bir gaye bulabilme yönünde sürüp giden arayışımız, çoğu durumda bunalıma sürükler bizi. Hayatta bir gayeye sahip olma konusundaki kaygılarından ötürü terapiye başvuran insanların sayısı, genellikle terapistlerin sandığından daha fazladır. Sözgelimi Jung'un tahminine göre hastalarının üçte biri ona bu nedenle gelmekteydi.



Ama şikayetler çok farklı biçimlere bürünmüş olabilir, mesela: “Hayatımda bütünlük, tutarlılık yok”. “Hiçbir şeye istek duymuyorum”. “Neden yaşıyorum ben? Ne için? Hayatın daha derin bir anlamı olmalı mutlaka”. “Büyük bir boşluk içindeyim – her akşam TV izleye izleye kendimi çok anlamsız, işe yaramaz hisseder oldum”. “Elli yaşına geldim, büyüyünce ne olmak istediğimi hala bilmiyorum”.



Hayatın anlamı meselesi, kendi varlığı üzerine düşünebilen bütün varlıkların başındaki beladır. Tanrı'nın bizim için belirlediği nihai kişisel gayeyi bize ileten dini vahiy ise ne kadar zor olursa olsun, ne kadar teferruata dalarsa dalsın, elbette sevinçle karşılanır.



Çok sarsıcı ve unutulmaz bir karikatür geldi aklıma şimdi. Birkaç kareden oluşmuştu ve her karesinde bir canlı türü yer alıyordu, solucan, balık, kuş, yılan, inek gibi. Her karedeki yaratık aynı nakaratı tekrarlıyordu: “Ye, iç, yaşa, üre”. Son karede ise Rodin'in “düşünen adam”ı pozunda bir insan vardı ve o da şöyle söylenip duruyordu: “Bütün bunların anlamı ne? Bütün bunların anlamı ne?” Öyle görünüyor ki diğer bütün canlı türleri meselenin özünü kavramış, ama biz insanların bir türlü aklı almıyor bu işi, tersine hiç durmadan daha yüksek bir gayenin ya da misyonun bulunmasını talep ediyor, sonra da kendi kendimize meşrulaştırıyoruz onu.



Günümüzün vaktinden önce palazlanmış genç hi-tech milyonerleri, hayatı anlamlandırma açısından kendini aşmayı beceremeyen sistemlerin sınırlı kapasitesi konusunda çok öğreticidir.




Bu bireyler, kariyerlerine hep ne istediklerini gayet iyi bilerek başlarlar ve istediklerini elde etmeye kararlıdırlar: Çuvalla para kazanacak, iyi bir hayat sürecek, meslektaşlarından saygı görecek, erkenden emekli olacaklardır. Nitekim önceden hiç benzeri görülmemiş bir şekilde, çok sayıda genç, daha otuzlu yaşlarında tam da bunu yapmıştır. Ama sonra şu soru gelir gündeme: “Peki şimdi? Ya bundan sonra ne olacak – sonraki kırk yıl boyunca yani?”



Benim bildiğim bu genç hi-tech milyonerlerin çoğu, yine aşağı yukarı aynı şeyi yapmaya devam ederler: Yeni şirketler kurar, aynı başarıyı tekrarlamaya çalışırlar. Neden? Kendi kendilerine söylediklerine göre, başarılarının tesadüf olmadığını kanıtlamak içindir bu; tek başlarına da yapabileceklerini, belli bir ortak veya akıl hocası olmadan da bu işi kıvırabileceklerini kanıtlamak içindir. Çıtayı yükselttikçe yükseltirler. Daha fazla para kazanma hırsının anlamsızlığını ve akıldışılığını kavradıklarında, harcayamayacakları kadar çok paraları olmuştur bile, ama duramazlar. Onlar da bilir ailelerine ayırmaları gereken zamandan çaldıklarını, gönüllerinden geçene kulaklarını tıkayarak yaşadıklarını, ama bu oyunu oynamaktan vazgeçemezler. Durmadan birtakım görüşmeler, anlaşmalar yapmaları gerekir. Bir emlak yatırımcısı, bir an durursa yok olacakmış gibi bir korkuya kapıldığını anlatmıştı bana.





Buda'nın da öğrettiği gibi, hayatta doğrudan gaye arayışı, insanı terbiye etmez, ruhunu yüceltmez: En iyisi kendini hayat ırmağının akışına bırakmak, deyim yerindeyse, suyun yolunu bulmasına izin vermektir.



Anlamsızlıktan sonra şimdi de başka bir nihai meseleye geleyim: Varoluşsal Yalnızlık veya Kopuş.



İnsanın kendi benliğinden kopuşunu içeren bir ruh içi yalnızlık vardır, örneğin.
Sonra, terapi sürecinde sürekli karşılaştığımız ve yalnızlık biçiminde yaygın yaşanan bir durum, yani Kişiler arası Kopukluk vardır. Bu tür yalnızlığın çok farklı nedenleri olabilir: Toplumsal, coğrafi, kültürel faktörler, toplumumuzda kişiler arası yakınlığı destekleyen kurumların çöküşü, toplumsal beceri eksikliği, yakınlık kurmayı engelleyen kişilik tarzları.



Son olarak intrapsişik ve kişilerarası kopukluğa ek olarak daha da derinden ilerleyen Varoluşsal Kopuş vardır. İnsanın varoluşuna damgasını vurabilen çok daha temel bir kopuş biçimidir bu ve kişinin benliği ile başkaları arasında kapatılması imkansız bir uçurum, sadece kişinin benliği ile başkaları arasında değil, benlik ile dünya arasında bir kopuş yaratır.



Benim deneyimimde bu olguyu en derin biçimde yaşayan hastalar, ölümle burun buruna olanlardır, çünkü insanın, bu dünyaya yapayalnız geldiğinin ve bu dünyadan yine yapayalnız gitmek durumunda olduğunun en kesin biçimde farkına vardır andır bu.



Ölüm anında başkalarının da yanımızda olmasını isteyebiliriz, bir başkası veya bir dava uğruna da ölebiliriz, ama ölümü bir başkasıyla paylaşmak hiç kimse için hiçbir ölçüde mümkün değildir. Başkalarının ölümde bize eşlik etmesini isteyebilecek olsak bile (ki antik çağın bazı kültürlerinde hükümdarların isteği olmuştur bu), ölmek, insanın en yalnız deneyimi olmaya devam eder.
Dini avuntu ve psikoterapi, yalnızlık duygusunun getirdiği ruhsal sarsıntıyı gidermek için kendilerine özgü yöntemler geliştirmiştir. Oxford İngilizce sözlüğüne göre dilimizdeki “religion” (din) kelimesinin köklerinden biri, “bağlamak, birleştirmek” anlamındaki re-ligare'dir.
Romalılarda religare kelimesi, aileye, atalara, devlete duyulan olmak üzere çok çeşitli bağları ifade ediyordu. Bağlama, bir arada tutma biçimindeki bu anlam veya isterseniz biz buna birleştiricilik diyelim, psikoterapi ile dinin benzer misyonlarını olanca canlılığıyla aydınlatmaktadır. Zaten birleştiricilik, çağımızdaki manevi arayış biçimleri için de iyi bir ortak payda oluşturur.



Terapist-hasta ilişkisini konu alan profesyonel literatür, bir araya gelme, sahicilik, kesin empati, kayıtsız şartsız pozitif saygı, “ben-sen karşılaşması” gibi terimlere dair tartışmalarla doludur. Kanser hastalarının bir araya geldiği gruplarda, ölümle başa çıkma deneyimi yaşamakta olan hastalarımın çoğu, sırf aynı durumu yaşayan başkalarıyla bir arada olmanın bile derin bir bağ yarattığını ve başlı başına rahatlatıcı olduğunu söylemişlerdir.



Bu hastalardan biri, “birleştiricilik” kavramını çok hoş tarif etmişti: “Her birimiz, karanlıkta yol almakta olan birer gemiyiz, bunu biliyorum, ama yine de yakından geçen başka gemilerin kılavuz ışıklarını görmek muazzam bir teselli sağlıyor insana”.



Din de işte böyle güçlü bir birleştiricilik sunar. Dinine bağlı insanın avuntusu, sonsuza dek onun yaşamını gözlemleyen bir ilahi kuvvetin varlığıdır, üstelik bu kuvvet, onun varlığının farkında olmakla kalmayıp sonunda kavuşma vaadi de sunmaktadır – kaybettiği sevdiklerine, Tanrı'ya, evrensel yaşam kaynağına kavuşma. Ve tabii herkesin bildiği üzere örgütlenmiş haliyle din, bir cemaat üzerinden birleştiricilik sunar: Kilise, benzer düşüncedeki insanları bir araya getiren istikrarlı bir cemaat sağlar, sayısız küçük grubu destekleyerek bir arada tutar; bunlar arasında sosyal gruplar, özel çıkar grupları, Kitabı Mukaddes inceleme grupları, eş bulma grupları, bekarlara ait gruplarda vardır. Çok sayıda insanın bir dini cemaatin parçası olmasının altındaki neden, söz konusu dinin doktrininden ziyade bu sosyal birleştiricilik işlevidir kuşkusuz.
Ölüm, kaçınılmazlığını hepimizin sezgi yoluyla bildiği, en aşikar nihai meseledir. Terapistlerin çoğu, Adolph Meyer'ın “Kaşıntı yoksa kaşıma” öğüdüne uyarak terapide bu konudan uzak dururlar ama, ölüm meselesinin her an aramızda bulunduğunun, yüzeyin altında süzülüp durduğunun hepsi farkındadır. Birçok filozofun ölüm ile yaşamın karşılıklı bağımlılığı üzerine söyleyecek sözü olmuştur: İyi yaşamayı öğrenmek demek, iyi ölmeyi öğrenmek demektir ve bunun tersi de geçerlidir tabii: iyi ölmeyi öğrenmek demek, iyi yaşamayı öğrenmek demektir.
Aslında doğum günü gibi önemsiz görünen bir olay bile çok daha derinlere ulaşmada önemli bir yol sağlayabilir. Böyle günleri çoğumuz kutlarız, ama üzerinde kısa bir süre düşününce, asıl kutlamanın ne için olduğu sorusu gelir gündeme. Neyi kutlamaktayızdır, bu kutlamada asıl amaç, söz konusu yıl dönümünün, hayatın amansız bir hızla akıp gitmekte olduğunu bütün acımasızlığıyla bize hatırlatma işlevini inkar ve nötralize etmek değil midir?
İnanç konusundaki kendi görüşlerimi hastalarıma dayatmaya mı çalışıyorum yoksa? Çalışmıyorum tabii ki. Benim görevim yardım sağlamak ve bu da hastanın inanç sistemine olabildiğince empatiyle yaklaşmayı – hastanın penceresinden dünyaya bakmayı, bu pencereden görünenleri daha ayrıntılı biçimde tanımlamayı – gerektirir.
Ama işte empatiden de fazlası gerekiyor: Terapistin, hastasının dini inançlarını iyi bilmesi önemlidir; bu bilgi doğrudan hasta tarafından sağlanabileceği gibi, terapistin bağımsız incelemesine de dayanabilir.
Akıl dışı inançların insanlık için yarattığı tehlikelerden ötürü gelecekten korktuğum oluyor bazen. Bizi ortadan kaldırabilecek güç. İnançsızlık değil doğaüstü inançlardır. Katı inançların yarattığı muazzam yıkımların izin sürmek içinse geçmişe bir göz atmamız yeterli.
Günümüze de bakılabilir aslında: Ortadoğu'da olsun, Hindistan'da olsun, bugün hâlâ yaşanan savaşlara, birbiriyle çatışma halindeki ödün vermez köktenci inanç sistemlerinin milyonları tehdit ettiği coğrafyalara. Nietzsche'nin, “önemli olan kişinin inançlarında cesur olması değil, inançlarını değiştirme cesareti göstermesidir” biçimindeki aforizmasını çok severim.
Schopenhauer, istemenin sonu yoktur ve bir arzuyu doyurduktan sonra ancak geçici bir doygunluk hissi yaşar, hemen ardından yine can sıkıntısının tutsağı oluruz, ta ki yeni bir arzu benliğimizi sarıncaya dek, tutumunu geliştirmiştir.
Bana kalırsa gereksiz ölçüde karamsar görüşler bunlar. İnsanın varoluşundaki acıyı anlıyorum, ama acı çekmenin, hayattan vazgeçmeyi gerektirecek kadar da bizi sarıp sarmalayan bir şey olduğunu sanmıyorum. Nietzsche'nin bakış açısını, yani hayatı kutsayan, hayata katılmayı vaaz eden, amor fati (yazgını sev) diyen perspektifi bir kere tercih ederim bunlara.
Hayatlarını dolu dolu yaşamış oldukları duygusunu taşıyan, potansiyellerini ve yazgılarını gerçekleştirmiş olan kişiler, ölümle karşılaşınca daha az paniğe kapılıyorlar. Hayatı kutsayan çok sayıda sanat eseri ortaya koymuş, meselâ bizlere Zorba'yı ve Yeniden Çarmıha Gerilen İsa'yı armağan etmiş olan Nikos Kazancakis'ten terapistlerin öğreneceği çok şey olduğuna inanırım. Nietzsche gibi Kazancakis de din karşıtı bir din düşünürüydü. Nitekim mezarında kendi seçtiği şu yazıt yer alır: “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm”. (Kilise tarafından aforoz edildiği için Girit'teki Herakleion şehrinin eski surlarının tam dışında yer alır mezarı.)
Ben, en önemli eseri Odysseia'da verdiği öğüdü çok severim. Hayatla ilgili öğüdü şudur: “Yanıp kül olmuş bir şatodan başka şey bırakmayın ölüme”. Hayatımız için hiç de fena bir yol gösterici değil bu – ve tabii terapi çalışmalarımız için de.


KAYNAKÇA
DİN VE PSİKİYATRİ- Religion and Psychiatry
Irvin D. Yalom
İngilizce'den çeviren : Özden Arıkan
Merkez Kitaplar-Birinci Basım Mart 2006

*Irvin D. Yalom: Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Psikiyatri Profesörlüğü unvanını sürdüren Yalom'un dünya çapında milyonlarca okura ulaşan ve Türkçe’ye de çevrilen kitaplarından bazıları şunlardır: Nietzsche Ağladığında, Aşkın Celladı ve Diğer Psikoterapi Öyküleri, Divan, Varoluşçu Psikoterapi, Annem ve Hayatın Anlamı.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...