11 Haz 2016

Mykale Kanyonu ve Domaika



Bugün  kanyon yürüyüşümüz var  Dilek yarımadası milli parkına  Güzelçamlı kapısından giriş yapıp 15 km. uzunluğundaki kanyon (Olukdere kanyonu)  içinden tırmanarak  menderes deltasına  iniş yapacak, mübadelede terkedilmiş olan eski bir Rum köyüne Domatia’ya (Doğanbey) deltaya  ineceğiz.  Yaklaşık sekiz yüz metre tırmanarak çıkacağımız kanyon yanaklarından 1400 metrede bulunan Dilektepe’ye (Mykale) de çıkmak mümkün ama bizim buna vaktimiz yok.
Sabah saat yedide milli park girişine geliyoruz . Park bekçisi bizi (Minibüsü) içeriye bırakmıyor. Saat sekize kadar görevliyi beklemek zorundayız. Milli parklar sabah saat sekizde açılıyormuş. Ücretli giriş yapılabiliyor.  Beklerken yakında bulunan Zeus Mağarası’nı ziyaret ediyoruz. Sahilde yürürken Panionion (Güzelçamlı)’nun Sisam (Samos)  adasına bakan nefis sahilinde balık tutanlar görüyoruz. Zeus Mağarası çok yakın.  Mağarayı görür görmez etkileniyorum. Anadolu’nun gizemleri listesinde yer alacak kadar  gizemli görünüyor. Mağaranın serin havası yüzümüze çarpıyor. Suya elimi daldırıyorum. Serin bir su. Mağara tavanından damlayan tatlı suyla karışan deniz suyu. Mağaranın kutsal bir yer olduğu kuşku götürmez.  Saat sekize yaklaştığı için akşam ya da ertesi sabah mağaranın gölünde arınmaya  karar verip oradan ayrılıyoruz.
Kanyon Yürüyüşü
Jandarma devriye arabası sık sık gelip kimlik kontrolü yapıyor. Söylendiğine göre Yunan adalarına olan mesafenin kısalığı yüzünden göçmenler buraya kitleler halinde gelip adalara gitmeye çalışıyormuş. Nihayet kapılar açılıyor ve kanyona giriyoruz. Minibüsümüz giriş kapısından sonra beş kilometre ilerde bulunan kanyon yürüyüş başlangıcına bizi bırakıyor.  Olukdere kanyonu yürüyüş parkuru on beş km. uzunluğunda. Milli parkta birkaç kanyon daha var. En yüksek nokta 1237 m. İle Mykale (Dilektepe) olarak belirlenmiş.
Olukdere kanyonu yürüyüş yolu başlangıcından itibaren sekiz yüz metre irtifaya on bir kilometre yürüyerek ulaşılıyor sonra Doğanbey köyüne kadar dört kilometrelik delta manzaralı iniş başlıyor. İniş sırasında kırk metreden dökülen bir şelale de var. Şelalenin suları Nisan ayı sonunda azalıyor Mayıs ayında tamamiyle kuruyormuş. Şubat ayında buraya gelenlerin anlattığına göre kayaların arasından fışkıran sular muhteşem bir manzara oluşturuyormuş. Ekolojik tahribatın sonucu olan bu durum belki de birkaç yıl önce çıkan yangınla tetiklenerek doğal bir felakete gidildiğinin habercisi. Şelalenin oradan deltaya Doğanbey köyüne doğru bakıldığında şelale suyunun oluşturduğu dere yatağını ve zakkumları görmek mümkün.
Çok zengin bir bitki örtüsü bizi karşılıyor. Girişteki bilgi levhalarında kanyonda 95 familyaya  ait  tür ve 800 kadar alt bitki türü olduğu kaydediliyor. Altı adet endemik bitki türü yalnızca bu kanyonda bulunuyormuş. Anadolu topraklarında yetişen 18 endemik bitki türü de kanyonda bulunuyormuş. Ayrıca fauna açısından bakıldığında parkın sembolü Akdeniz foku (Monachus monachus) , Anadolu parsı, 97 kuş türü 14 tür yılan ile zengin bir çeşitliliğe sahipmiş. Yürüyüş sırasında kuş seslerini duyuyoruz ama onları göremiyoruz. Diğer hayvanları görme ihtimalimiz de yok sınırında.
Ağır ağır yükselerek ilerliyoruz. Yürüyüş parkuru bir araba geçebilecek genişlikte toprak yol. Kanyonun iki yanağı arasında yüksek otlar ve yüksek ağaçlar arasında kuş seslerini dinleyerek ilerliyoruz. Milli park içerisinde halkın denize girdiği birbirinden güzel koyların olduğunu yükseldikçe  görüyoruz. Bu koyların adı Kalamaki koyları imiş. İçmeler, Aydınlık, Kavaklıburun, Karasu gibi adlar verilen bu cennet köşesi koylardaki plajlar yaz aylarında çok kalabalık olurmuş.
Yol kenarında zengin çiçek çeşitliliği göze batıyor. Sürekli çıkış bacaklara aşırı bir yük binmesine neden oluyor. Arada sırada yağmur bulutları geçişlerinde kısa sağanaklarda ıslanmamıza rağmen keyfimiz kaçmıyor. Manzara, toprağın kokusu ve çiçeklerin canlılığı her şeyi unutturuyor. Hem fotoğraf çekip hem de tırmanmak kolay değil. Doğa yürüyüşlerinde  karşı karşıya kaldığım bir ikilemdi  bu. Yürüyüş mü yapacağım, yoksa fotoğraf mı çekeceğim? Cevabımı birkaç yıl önce verdim. Hem yürüyeceğim hem de fotoğraf çekeceğim. Fotoğraf makinası ve üç lens en az altı kilo, üç litre su etti dokuz; yedek giysiler, öğle yemeği, yağmurluk derken çanta ağırlığıyla birlikte minimum on beş kilo yükle yürüyorum. Bazı yürüyüşçüler hepsi  beş kilo civarında taşıyorlar. Trekking yapıldığında on kilo yük daha ilave oluyor. Çadır, uyku tulumu, diğer kamp malzemesi de düşünülürse yük 25 kiloya çıkıyor. Akdağlara gece kamplı tırmanışımda 25-30 kiloluk yükle hem de sert eğimden tırmanmıştım da ne çektiğimi ben bilirim. Zirveye kamp yerine geldiğimde hava kararmış benden önce gelenler uykuya bile geçmişti. Tırmanırken tek bir düşünce oluyor aklımda:  Zirve noktasına ulaşmak. Kanyonu tırmanırken yüksek ağaçların gölgelerinden yürüyerek çiçekleri kolluyorum. Orkide çeşitleri çıkıyor karşıma. Mucize gibi bir şey. Türkiyede 175 tür orkide olduğunu okumuştum. Fotoğrafçılar arasında sadece orkide çekenler var. Türkiye’nin dört bir yanında orkide avındalar. Orkidelerin iki düşmanı var. Birincisi ve en korkuncu kök sökücü insanlar. Bunlara salepçi de deniyor. İkincisi de hayvanlar. Hayvanlar en azından kökleri sökmüyorlar. Kanyondaki orkideler güven içinde. Hayvanlar da salepçiler de yok denecek kadar az. Bazı ağaçları ve otları artık tanıyorum. Sağlı sollu yolun iki yanında yükselen kızılçam, doğu çınarı, kermes meşesi, menengiç, porsuk, sandal ağacı, (koca yemiş, dağ çileği,), defne, keçi boynuzu, erguvan, çalılara gelirsek: Çok zengin zakkum ve katır tınağı tarlaları, akçakesme, böğürtlen ve sakız çalıları, ayı fındığı, dişbudak, alıç, Finike ardıcı, mersin, orman sarmaşığı, tavşan memesi ve daha adını öğrenemediğim bir çok ağaç, çalı, ot  ve çiçek. Bu kanyon aslında tam bir arbetoryum gibi. Burada saatlerce, günlerce araştırma yapabilir insan. Olukdere kanyona hayat veren dere. Biz yürürken her ne kadar cılız akıyordu ise de yine de bu muhteşem kanyonu milyonlarca yılda oluşturan yorgun sanatçı olarak varlığını hissettiriyordu.  On bir kilometre tırmanış zor ama çok keyifli geçti. Çeşme başında dokuzuncu kilometrede öğle yemeği molası verdik. Yemek molasının ortasında yani on dakika sonra şiddetli bir sağanak daha bastırdı. Sağanaklara alıştığımız için yemeği  yarıda kesip yağmurluklarımızı giyip yola koyulduk. Yağmurda yürümek aslında doğa yürüyüşçüsünün ödülü. İnişe geçtiğimizde Menderes(Meanderos) deltasını gördük. Bu nehir ne kadar güçlü bir nehir. Delta kilometrelerce uzanıp gidiyor. Sonra ilerde Bafa gölü ve Söke ovası görünüyor. Bu manzarayı görmek için kaç kilometre olursa olsun tırmanılır. Tırmanmanın ödülü olan bu manzara insanın ruhunda bir yerlere dokunuyor. Sanki ayaklarınız yerden kesiliyor, katır tırnakları ve zakkumların üzerinden uçup denize uçmak istiyorsunuz. Bu doğa harikası karşısında diliniz tutuluyor. Aşağıda vahşi ve güçlü bir nehir var. Meandros nehri tüm vadiyi kaplamış neredeyse. Denizle (Poseidonla) savaşan nehir tanrısı binlerce  yıldır  denizi doldurmaya onu yok etmeye çalışıyor. Dağlardan ovalardan topladığı toprağı denize kadar taşıyor. Denizden kazanılan topraklarda kuş kolonileri, tarım alanları oluşuyor. İnsanoğlu yalnızca insanoğlu bu değişime ayak uyduramıyor. Meandros’un öfkesine bir çare bulamıyor. Mykale (Dilek) tepesinden bakınca bu mücadele açıkça görünüyor. Fotoğraf için uygun bir hava değil. Yağmur yüklü bulutlar güneşin ışıklarını karartıyor.  Denizin üzerinde kesif bir sis var. Zaman zaman yağmur yağıyor. Göz gözü görmez oluyor. Fotoğraf için uygun bir zaman değil ama seyretmek için mükemmel bir zaman. Aşağıda yeni kurulan Doğanbey köyü ve eski Rum köyü Domakia  görünüyor. Mübadelede evlerini terk edip göç etmek zorunda kalan Rumların evleri şimdi restore edilip lüks villalara dönüştürülüyor. Bir çok yerde gördüğüm gibi de Rumların yerine gelen Müslüman ahali eski köyde oturmuyor kendilerine yeni bir köy kuruyorlar. Neden böyle yapıyorlar anlamak mümkün değil. Kayaköy’de gördüğüm tepelerdeki evlere yerleşmek ve kollektif tarım yapmak yerine tarım alanı üzerine ev yapıp tarlasının etrafını çitle çeviriyor ve ortak tarım yapmayı reddediyor. Kültür farkı olsa gerek. İzmir’in Söke ve Aydın’ın zenginleri restore ettikleri villalarda Amerikan tarzı  “ weekend town house” yaşamı sürüyorlar.Yeni evli bir çift evleri dekor olarak kullanarak fotoğraf çektiriyorlar. Zakkumları sardığı bu köy şimdiden plastik bir hale dönüşmüş. Bir köy yaşamından çok “kimin evi daha güzel” yarışması süren bu köyden hiç hoşlanmadım.  Aşağıda deltanın oraya gidip su kuşlarını seyretmek istedim. Ama hava kararıyordu ve otele dönmemiz gerekiyordu.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...